Çelik zırhlı duvar, Batı’nın ufuklarını
sarmışsa, benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim (sınırlarım) var(dır); ulusun,
korkma! Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, böyle bir imanı nasıl boğar?
Şair Türk milleti adına konuşmaya devam
ediyor.
Millî Mücadele’nin devam ettiği
yıllarda Ege ve Marmara denizlerinde bulunan çelik zırhlı düşman (gemileri),
Anadolu’nun batı sınırlarını, bir duvar gibi sarmıştır. Gemilerin çelik zırhlı
olmaları dayanıklı, bir duvar meydana getirecek tarzda dizilmeleri de,
çokluklarına ve oraya, akıllarınca, devamlı olarak kalmak üzere geldiklerine
işarettir. Buradaki çokluğu, başta İngiltere olmak üzere bazı Batılı
devletlerin deniz kuvvetlerinin Yunan gemilerinin yanına, desteklemek maksadıyla,
gelmeleri meydana getirmiştir.
Çelik zırhlı (gemiler)in sıra sıra
dizilmeleri, duvara benzetilmiştir. Metinde benzetmenin iki temel unsurundan
biri olan kendisine benzetilen isim (duvar) söylenmiştir. Bu tür benzetmelere
açık istiare diyoruz. Bu zırhlılar, askerlerin yanı sıra top, tüfek ve benzeri
maddi silahlar da taşımaktadırlar. Bunların bir dizi halinde sıralandıklarını
düşündüğümüzde savaş cephanelerinden meydana gelen muazzam bir duvarın
örüldüğünü hayal edebiliriz. Şair, bu hayalini duvar imgesiyle
somutlaştırmıştır. Bu duvar, gemi, çelik zırh, top ve tüfek gibi maddî
unsurlarla örülmüştür.
Duvar, engeli, kalıcılığı ve mecaz
yoluyla uzun süre mücadele verilip sonuç alınamayan bir yeri de çağrıştırır.
Buna göre Milli Mücadele, Batılı devletlerin Anadolu’nun batısında teknolojik
güçleriyle örmeye çalıştıkları ve kalıcı olmayı kurdukları bir duvara karşı
milletçe verilmiş bir mücadeledir.
Düşmanın bu maddi duvarının karşısında, benim (Türk
milletinin) iman dolu bir göğüs gibi sınırları vardır. Şair, burada göğsü,
mürsel mecazda parça- bütün ilişkisi yoluyla Türk askerleri anlamında
kullanmıştır. Göğüs askerin, vücudunun bir parçasıdır. Bir parçasını söylemiş,
ancak o göğsün bulunduğu bütün vücudu, Türk askerini, hatta Türk askerlerinin
oluşturduğu Türk ordusunu kastetmiştir. İman dolu göğüslü askerler, sınır
boyunca sıralanınca bu sefer, imanlı göğüslerden meydana gelen canlı bir duvar
oluşur. Bu durumda ülkemizin özellikle batı sınırları, iman dolu göğse
benzetilmiştir. Görüldüğü gibi burada iki duvar, iki kuvvet karşı karşıya
getirilmiştir. Onlardan biri, başta kurşungeçirmez zırhlı gemilerin taşıdığı
maddi savaş malzemelerinden oluşan maddi duvar, diğeri ise başta iman olmak
üzere cesaret, umut, hürriyet ve istiklale bağlılık gibi manevi unsurlardan
örülmüş manevî duvardır.
Bu
düşünüşe göre “iman”, da manevî/psikolojik bir güçtür. Bu güç, kaynağını haklı
olmaktan alır. İnsan haklı olduğu bir konuda kendisini güçlü hisseder. Türk
milleti de Millî Mücadele’yi verirken haklı olduğu için kendisini hep güçlü
hissetmiştir. Haklı olmasının sebebi, vatanını korumak için savaşmasıdır. Millî
Mücadele’nin en geniş anlamda amacı, başka bir millete ait toprakları ele
geçirmek değil, aslında sahip olduğumuz Trakya ve Anadolu’yu korumak ve
buralarda bağımsız bir millet olarak yaşamaya devam etmeyi istemektir.
Şair, bu dörtlükte düşman
ordusunun maddi gücü ile Türk ordusunun manevi gücünü karşılaştırmıştır. Bu
karşılaştırmanın sonunda Türk ordusu, vatanını korumak maksadıyla mücadele
ettiği için haklı olduğuna inanmış ve kendisini manevî/psikolojik bakımdan daha
güçlü hissetmiştir. Kendilerini, karşılarındaki rakip veya düşmanlarından
psikolojik bakımdan daha güçlü hisseden kişi veya milletler, giriştikleri
mücadeleyi önünde sonunda mutlaka kazanırlar. Bu gerçeği, sosyolog Ziya Gökalp
de görmüştür:
“…İki ordu ve iki millet birbiriyle savaşırken, birisinin
galip, diğerinin mağlup olması neticesini veren en başlıca amiller, iki tarafın
felsefeleridir. Ferdî hayatı vatanın istiklalinden, şahsî menfaati namus ve vazifeden
daha kıymetli gören bir ordu, mutlaka mağlup olur. Bunun aksi bir felsefeye
malik olan ordu ise, mutlaka galebe çalar. O halde halk felsefesi itibariyle
Yunanlılar ile İngilizler mi daha yüksektir; yoksa Türkler mi daha yücedir? Bu
sualin cevabını verecek, Çanakkale muharebeleri ile Anadolu muharebeleridir.
Türkleri bu iki muharebede de galip kılan, maddî kuvvetleri değildi. Ruhlarında
hükümran bulunan millî felsefeleri idi”[1].
Aynı
karşılaştırmayı Mustafa Kemal Paşa da yapmıştır:
“Gittiğimiz yol bir iman yoludur. Evet biz
on milyonluk küçük ve yorgun bir milletiz. Düşmanlarımız ise pek çoktur ve pek
kavidir. Vakıa riyazî düşünülecek olursa galebe çalmamız müşküldür. Fakat bizde
olan şey onlarda yoktur. Bizde iman kuvveti vardır. Zaten bu mücahede bir iman
işidir. İmanı kavi olan buraya gelir çalışır. İmanı zayıf olana ihtiyacımız
yoktur. Biz bin türlü düşmanlarımızın kuvvetine rağmen muvaffak olacağız”[2].
Dörtlüğün son iki mısrasını, “Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar, ulusun, korkma! Böyle bir imanı nasıl boğar?”
şeklinde de nesre çevirebiliriz. Mehmet Akif, burada medeniyet kelimesini,
canavara benzetmiştir. Bu benzetme, bazı yanlış anlamalara, devamında gereksiz
tartışmalara sebep olmuştur. Onların başında Mehmet Akif’in medeniyete düşman
olduğu algısı gelir. Bu yanlış algıyı gidermenin ve metni doğru
anlamlandırmanın iki yolu vardır: 1) Bilgi, 2) Bilinç.
1) Bilgi: Bilgiden başlayalım. Bu
durumda medeniyet kavramının anlamı üzerinde kısaca durmamız uygun olur. Medeniyet,
sosyoloji disiplinine ait bir terimdir. Türeyişini şöyle gösterebiliriz:
Medine → medenî → medeniyet
|
Görüldüğü gibi “medeniyyet”in kökü,
“medine”dir. Medine, şehir demektir. “Medenî”, şehirli anlamına gelir. “Medine”
kökünden türeyen medeniyet ise “şehirlilik” demektir. Şehirde, eğitim, sağlık,
ticaret, ulaşım ve güvenlik hizmetleri ile çalışma alanları, köy, kasaba ve
kırsal bölgedeki diğer yerleşim birimlerine göre daha gelişmiş durumdadır.
Bütün bu imkânların sonunda şehirde yaşamak, köylerde yaşamaktan daha rahat,
kolay, güvenli ve huzurludur. Bütün bunların devamında şehirde yaşayan
insanlar, birbirleriyle daha sık, daha kolay iletişime girdikleri için konuşma
ve davranışlarını inceltir, birbirlerine karşı anlayış, sevgi ve saygıyı
arttırırlar.
Şehirlerdeki eğitim kurumlarında
zamanla bilgi gelişmiş, teknolojiye uygulanmış ve bütün bunların sonunda
şehirlerdeki günlük hayatı daha da kolaylaştıran alet ve makineler yapılmıştır.
Bugün ulaşım, sağlık ve haberleşmeyi kolaylaştıran aletlerin sadece adlarını
saymaya kalksak sayfalar tutar. Medeniyet, insanın binlerce yıldan beri doğa ve
şehirdeki toplumla münasebetlerinden elde ettiği birikimler ile modern çağlarda
teknolojinin günlük hayatı ve çalışma hayatını kolaylaştıran aletlerden
(telefon, belgegeçer, e – mail…) yararlanarak ulaştığı rahat, güvenli ve
huzurlu bir yaşam biçimidir.
Anlattıklarımızı şöyle
toparlayabiliriz:
Medeniyet = Şehir yaşamının sağladığı
kazanımlar + Teknolojinin sağladığı kazanımlar.
Batı, daha ziyade teknolojinin sağladığı alet ve makinelerle
günlük hayatı kolaylaştıran bir medeniyet vücuda getirmiştir; fakat o, bu
teknolojik gücünü, bundan yoksun olan milletleri, özellikle sömürgecilik
döneminde, sömürmek için kullanmış ve bu davranışını onlara medeniyet götürmek
şeklinde yutturmaya kalkmıştır. Mehmet Akif’in karşı çıktığı bu çürük medeniyet
anlayışı, daha doğrusu Anadolu’ya medeniyet götürmek kandırmacasıdır.
Hâlbuki bu bilim ve teknolojik kazanımların asıl amacı,
insanlara güvenli, doğayla barışık, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamalarını
sağlamaktır, kısacası dünyayı cennete çevirmektir. Medeniyet, bu ideali
benimsemek ve onu gündelik hayata uygulamaktır.
2) Bilinç: Konularla ilgili bilginin
ileri aşamasıdır. Bilinç, çevremizdeki konu, olay, kişi ve kavramlarla ilgili
edindiğimiz bilgileri, zihnimizde bir işleme tabi tutmak, onları sorgulamak,
amaçlarını ve hedeflerini belirlemektir. Bu işlemlerden sonra onları benimsemek
veya reddetmektir.
Bu bilgi ve bilinçle Millî Mücadele yıllarında dönemin
İngiliz Başvekilinin bir konuşmasında söylediklerine bir bakalım: Daved Lloyd George (1863 – 1945), Avam
Kamarası’nda yaptığı bir konuşmasında şunları söylemiştir: “Yunan ordusu
Anadolu’ya medeniyet götürüyor. Yunan kuvvetleri kendilerinden bekleneni
yapmıştır”[3].
Görüldüğü gibi vatan topraklarımızı
elimizden almak için saldırıya geçen Yunan ordusu ile onu destekleyen Batılı
milletlerin ordularının Anadolu’da yaptıkları vahşetleri anlatmak için
“medeniyet” kelimesini kullanmıştır. İddialarına göre, onlar, Mehmet Akif’in
sözünü ettiği silahlarla Anadolu’ya medeniyet getiriyorlarmış!..
Buna inanıp inanmamak artık bir
bilgiden çok, bir bilinç işidir… Mehmet Akif, bir sömürge aydını değil, bu
toprakların ürettiği değerlere sımsıkı bağlı yerli bir aydın, şair ve
düşünürdür. Olaya bu açıdan, bu bilgi ve bilinçle bakmış ve doğruluğuna
inandığı düşünceyi söylemiştir.
Edebiyatın bir alt disiplini olan
anlambilime göre metin çözümlemesinde kelimeler, sözlük anlamlarından ziyade
“bağlam”larına göre anlamlandırılırlar. Bir kelimenin bağlamı, içinde geçtiği
cümle, paragraf ve metin parçasıdır. Mehmet Akif, “Medeniyyet dediğin tek dişi
kalmış canavar” ifadesiyle ülkemizi işgal etmeye gelen bazı Batılı devletlerin
emperyalizm/sömürgecilik siyasetlerini uygulama vasıtası olarak kullandıkları
savaş teknolojilerini, silahlarını kastetmiştir.
Mehmet Akif, bir sömürge aydını olmadığı için Batılıların
“medeniyet götürüyoruz…” aldatmacasına kanmamıştır. Vatanımızı sömürgeleştirmek
için zırhlı gemi, top, tüfek ve bomba gibi teknolojik aletlerle batı sınırlarımıza
gelen düşman ordusunun Anadolu’ya getirdiğinin medeniyet değil, vahşet olduğunu
söylemiştir. Onların gerçek yüzünü görerek savaş aletlerinin seslerini,
insanlarımızı acımadan öldüren bir yaban hayvanı olan canavarın çıkardığı
ulumalara benzetmiştir. Bu ulumaların, Türk milletinin imanını, umudunu ve
zafere ulaşacağına dair kesin inancını boğamayacağını dillendirmiştir.
Canavarın tek dişi kalması,
ihtiyarladığına işarettir.
Başka bir yoruma göre de Batılı
milletler, sömürgecilik çağında, XIX. yüzyıl boyunca Asya ve Afrika kıtalarındaki
bazı ülkeleri sömürge edinmeye
çalışırken verdikleri savaşlarda tek tek dişlerini kaybetmişlerdir. Artık her
birinin neredeyse tek dişi kalmıştır. Fazla mücadele edemezler, demeye
getirmiştir.
Şair bu
düşüncesini, okuyucunun şahsında bütün Türk milletine yaygınlaştırmak ister.
Dörtlüğün üçüncü mısrasında “Korkma!” diye seslenerek önce okuyucunun dikkatini
çeker, sonra da bu durumda olan bir canavarın ulumaları, az yukarıda
anlattığımız özellikleri taşıyan Türk milletinin imanını, zafere olan inancını
nasıl boğabilir? diye sorar. Düşüncesini soru cümlesiyle ifade etmesinin sebebi,
muhatabını, bu işin olamayacağına düşündürerek, inandırmak istemesidir.
[1] Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları, Haz. Mehmet Kaplan, MEB Devlet Kitapları, İstanbul 1970, s. 187.
[2] İleri
gazetesi, (İstanbul), 23 Eylül 1338/1922.
[3] Muhittin Nalbantoğlu, İstiklal
Marşı’mızın Tarihi, Cem Yayınları, İstanbul 1964, s. 92.