Ev desen insanın üstüne geldikçe geliyor, dön dolaş her yer iki adım ve aynı.
Neyse, sonuçta insanın alametifarikası “her şeye alışmak” burada devreye
giriyor.
Her şeye olduğu gibi insan içinde bulunduğu bu koşullara da alışıyor.
Salgın falan derken birçok konuyu askıya alıp, yuvarlanıp gidiyoruz.
Amacımız en temel içgüdümüz olan hayatta kalmayı başarmak.
Bazılarımız hayatta kalma konusunda şanslıyken bazılarımız değil.
Özellikle de kadınlar.
Hayır, durumun salgınla bir alakası yok.
Pazartesi akşamı Edirne’de bir markette, M. E. K. boşanma aşamasında olduğu
karısı N. K.’yi öldürdü.
Sonra da kendisini vurdu, kaldırıldı hastanede de öldü.
O güne kadar aralarında ne geçti bilmiyoruz.
Onları bu aşamaya getiren şey neydi, ne değildi bilmiyoruz.
Dürüst olmak gerekirse ben aralarında ne geçtiğini de önemsemiyorum.
Olayın hikaye kısmı önemli değil, olayın nerede geçtiği, kimin kime ne dediği
de önemli değil.
Olayın en önemli kısmını burada, bu gerçeklikte; “M. E. K., boşanma aşamasında
olduğu karısı N. K.’yi öldürdü.”
Adliye muhabirliğine başladığımdan beri “cinayet haberleri” ve akabinde
“cinayet davaları”na alıştım.
Artık olayların detaylarından etkilenmiyorum.
Profesyonel (!) olarak yazacağım haberi ilgilendiren kısımlarına odaklanıyorum
olayların.
Başlarda detaylardan etkilenirdim ama dedim ya alıştım artık.
Ancak hâlâ ülkenin dört bir yanından gelen “kadın cinayetleri” haberlerine
alışamadım.
Profesyonelliğim tam da bu noktada tükeniyor.
Çünkü ölen kadınlarla empati kuruyorum.
Hangi kentten, hangi sosyo-kültürel yapıdan geldikleri önemli değil.
-Buna ister inanın ister inanmayın- bu ülkenin herhangi bir yerinde ne zaman bir
kadın cinayete kurban gitse kız kardeşim öldürülmüş gibi içim acıyor.
Kalbimin tam orta yerine bir kor düşüyor, öfkeden gözlerim doluyor.
Ne yapacağımı şaşırmış, çaresiz buluyorum kendimi.
Kurbanlarını sadece “kadınlar”dan seçen bir seri katil peşime takılmış da bir
sonraki cinayete benim kurban gitmeyeceğimin garantisi yokmuş gibi.
Ne yapsam nereye gitsem kurtulamıyorum.
Edirne’de yaşamak da beni kurtarmıyor Van’da yaşamak da.
Okumak da kurtarmıyor, meslek sahibi olmak, para kazanmak da.
Evli olmak da kurtarmıyor, bekar olmak da anne olmak da kız kardeş ya da abla
olmak da.
Ne gündüz gözüyle rahat olabiliyorum ne de gece beni saklayabilir diyorum.
Ne olursam olayım, nereye ne zaman gidersem gideyim peşimde.
Böyle hisseden bir tek ben değilim bunu da çok iyi biliyorum.
Biz kadınlar hepimiz aynı korkuyu taşıyoruz içimizde.
O yüzden her an tetikteyiz.
Görünürde böyle bir sorunu olmayanımız bile bilinçaltında bu korkuyla yaşıyor.
Her öldürülen kadının yasını tutuyoruz.
Biz 2020 yılında bildiğimiz kadarıyla 355(*)
kız kardeşimizin yasını sığdırabildik kalbimize.
Peki bir kalbe kaç kişinin yası sığar?
***
Halimiz ortada demiştim.
Salgın nedeniyle sahada çalışan meslektaşlarımızın büyük risk altında
olduğundan birçok meslektaşımızın da tedavi gördüğünden ya da karantinada
olduğundan bahsetmiştim.
O nedenle Edirne’deki meslek kuruluşları ortak bir açıklama yapıp kentteki kamu
kurum ve kuruluşlarına, STK’lara çağrıda bulunmuştu.
Kabaca, “Teknoloji çağındayız; bizi toplantılara davet edip hem kendinizi hem
de bizi riske atmak yerine elinizdeki imkanları kullanarak açıklamalarınızı,
fotoğraflarınızı, demeçlerinizi, görüntülerinizi bizimle dijital yoldan paylaşın”
demişti.
Ben yine de şunu hatırlatmak isterim; bu istek bizim haberden ya da
habercilikten kaçtığımız anlamına gelmesin. Hazıra konmak gibi bir derdimiz de
yok. “Nasıl olsa salgın var” diye kimse kulağının üstüne yatmıyor. Lütfen bu
süreçte kimse ne kamuoyundan bir şey saklamaya kalksın ne de kamuoyu
söyleyeceklerinden geri kalsın; biz hepiniz için buradayız.
(*) anitsayac.org sitesindeki verilere göre