Türk edebiyatı tarihinin temel eserlerinden biri
olan Dede Korkut kitabından uyarlanan bu oyun, kapalı gişe oynadı.
Öğretmenlerimiz, bu kitabı öğrencilerimize ve ailelerimize okutmakta
zorlanırken tiyatrocularımız, üç akşam toplam 660 seyirciyi, hem de bilet
parası ödeyerek, salona çektiler. Tiyatro sanatçılarımız, kitabın içeriğini,
özellikle bugün de ihtiyacını duyduğumuz eski Türklerdeki sağlıklı ve güçlü aile
yapısının canlı bir örneğini, tiyatro sanatının hem göze, hem kulağa hitap eden
etkileyici diliyle gözler önüne sermeyi başardılar.
Devlet Tiyatrosu Edirne Sahnesi’nin geçen haftaki oyunu
Leyle ile Mecnun’du. Leyla ile Mecnun, doğu dünyasının efsane olmuş ortak bir
aşk hikâyesidir. Arap, Fars ve Türklerden otuzu aşkın şair, dillere destan bu
içli ve dokunaklı hikâyeyi kaleme almıştır. Onların arasında en duygulu ve
hüzünlü olanını, bir Türk şairi olan Fuzuli on altıncı yüzyılda yazmıştır.
Hikâyenin esası, aynı kabileye mensup olan, aynı gecede
dünyaya gelen, aynı mahallede yaşayan ve aynı mektebe giden Leyla ile Kays adlı
iki çocuğun, daha mektep sıralarındayken başlayan çocuksu temiz aşklarının
hikâyesidir. Öyle ki sınıftaki beraberliklerini daha da ileri götürmek için
bazen Kays, bazen Leyla, dersin bir bölümünü anlamadıklarını söyleyerek bir de
kendilerinden dinlemek isterler. Bu yakınlaşmak arzuları, zamanla öyle ileri
bir noktaya varır ki, kendilerini, bir elmanın iki yarısı gibi düşünmeye ve her
zaman ve her yerde birbirlerini aramaya ve tamamlamaya ihtiyaç duymaya
başlarlar.
Leyla ile Kays’ın bu saf sevgileri, çok geçmeden arkadaşları
arasında birtakım dedikoduların çıkmasına sebep olur. İlk tepkiyi Leyla’nın annesi
gösterir ve kızını mektepten alır. Küçük kız, annesinin bu davranışının
sebebini anlayamaz; çünkü bir süre önce onun mektebe gitmesini, bilgi
öğrenmesini ve öğrendiği bilgilerle hem sağlığını korumasını, hem de insanlara
faydalı olmasını isteyen odur. Şimdi ise onu mektepten almak suretiyle bilgi
öğrenmesine engel olmaktadır. Bu vesileyle verdiği öğütleri, hele erkek
arkadaşı Kays’tan uzak durması gerektiği yolundaki öğütlerini hiç
anlayamamaktadır. Bunun sebebi, annesinin öğütlerini dinler görünürken bile
aklı ve gönlünün Kays’ta olmasıdır. “Leyla, geceye dair, gece gözlü ve gece
saçlı demektir”. Zamanla bu gece gözlü genç kızın kaderi de geceye
benzeyecektir…
Kays, Leyla’yı mektepte göremeyince önce şaşkına döner,
sonra çöllere düşer… Ceylan, güvercin ve daha başka hayvanlarla dost olur,
derdini onlara anlatır, onlarla konuşur… Bütün bunları gören halk, Kays adını
unutur, ona mecnun demeye başlar… Kays adı Mecnun’a döner… Bu iki gencin
aşkları mektep, mahalle, kabile ve memleketlerinin sınırlarını aşarak dünyaya
yayılır. Sahnedeki oyun boyunca biz, yüreklere dokunan bu macerayı, bazen
kavuşacaklarına dair sahneleri görerek umutla, bazen kavuşamayacaklarına dair
sahneleri görerek ise hüzünle izleriz.
Oyunu sahneye koyanlar, kostüm, dil, zaman ve mekân bakımından
aslına sadık kalmaya çalışmışlardır. Bu tutum doğal olarak olayın akışında bir
monotonluğa ve ağırlığa sebep olmuştur.
Bu arada Leyla’nın ölüm sahnesinin o kadar uzatılması da, yanındakilerin
söylediği sözlerin seyirci üzerindeki etkisini, kanaatime göre, azaltmıştır.
Bir hikâye, roman veya tiyatro eserini sahneye koyan kişinin
metnin bütünü üzerinde kuşkusuz bir tasarruf hakkı vardır. Buna göre eserin
özünü bozmayacak ekleme veya çıkarmalar yapabilir. Burada uygun olan tutum,
eserin içeriğini ve genel havasını tamamlayan sahnelerin öne çıkarılmasıdır. Bu
açıdan sahnelenen oyuna baktığımızda, kanaatime göre, en güzel sahnesinin ihmal
edildiğini gördüğümü söylemeliyim. O da
eserin son sahnesidir.
Fuzuli’nin eserinde son sahne şöyledir:
Mecnun, Leyla’nın ölüm haberini alınca çılgına döner ve
doğru Leyla’nın mezarına gidip üzerine kapanır. Leyla olmayınca can da olmasın,
diyerek, çok geçmeden o da oracıkta canını verir. Onu, Leyla’nın mezarına
gömerler. Böylelikle hayatta bedenleri kavuşamayan iki sevgililerin ruhları
mezarlarında birbirine kavuşur.
İki sevgili hayatta iken mektuplaşmalarını sağlayan dostları
Zeyt, bu mezara komşu olur. Mezarın başına bir fidan diker ve her gün onun
bakımını yapar. Bir gece mezarın başında uyuyakalır. Rüyasında güller ve
çeşitli çiçeklerle süslü bir bahçe görür. Bahçenin ortasındaki havuzun
etrafında birbirinin elini tutmuş iki gencin gezindiğini görür. Bir süre
manzaraya dalar. İçinden bir soru yükselir: Bu gençler kimlerdir? Derinlerden
gelen bir ses cevap verir:
“Onlar dünyadayken sevgilerine sadık kalan Leyla ile
Mecnun’dur”.