Elimde adını hiç öğrenemediğim dilsiz yer göstericinin verdiği kocaman bir poster vardı. Her gidişimde benimle bir konuşma girişimi başlatır, ben de “nasılsın” anlamına gelen el işaretine “iyiyim” minvalde, olduğu kadar bir cevap vermeye çalışırdım. Sinemanın açılır kapanır tahta sandalyelerini, çok az bir fark ödeyerek alınan biletle çıkılan balkonunu, o yer göstericiyi ömrüm oldukça unutmam. Belediyenin de otobüslerinin olduğu zamanlar o zamanlar. Zaten olmadığı zamanların olması acayip. En büyük eğlencelerimizden biri, Üç Şerefeli Camii’nin önünden otobüse binip, Yeniimaret güzergâhında şimdi mülteciler için yapılan konaklama bölgesine yakın, yoldaki yüksek bir kasisten hepimizin bir anlığına zıpladığı o an. Çok nadir olarak zıplatmazdı, o da çok yavaş gidiyorduysa. Yer bulup oturduysam, otobüsün geniş pencerelerinden semtteki bahçelere, gecekondulara, arkamda kalan şehrin yüksek minarelerine, Çingene mahallesindeki cüretkâr renklerle badanalanmış evlerin tülü hiç çekilmeyen açık camlarından içerilere bakardım. O gün tam ters güzergâhtan, Kapıkule yolu tarafından gitmek için Bankalar’ın oradan dolmuşa bindim. O taraftaki ağaçlıklı yolu da ayrıca severdim. Dolmuştakilerin hiçbirinin elimdeki posterin kıymetiyle ilgili zerre fikri olmadığını düşünmüştüm. Bu insanlardan çoğu daha afişin ne olduğunu bile bilmiyordu muhtemelen. Bilmek zorunda da değillerdi zaten. Bu kadar paragrafı bu “yabancılık” duygumu anlatabilmek için yazdım, evet. Bunu asla küçük görerek söylemediğim kayda geçsin. Çünkü kendi annem dahi, eve götürüp sıvaları dökülen kireç duvara astığımda, “ne bu böyle hapishane kaçkını gibi, zincirli mincirli zenci adam resmi” diye yorum yapmıştı. O zincirlere bakıp, beni o eve bağlayan hayali zincirleri görüyordum. Bir gün ben de bu esaretten kurulacaktım. Oysa, işte bugün, hiçbir zaman hiçbir şekilde bağlı olmadığımı, her şeyin sadece bizim zihnimizde zincirli olduğunu anlıyorum. Afiş, Amistad adlı bir filmin afişiydi. Hala en beğendiğim film afişlerinden biridir. O yıl, Oscar ödülü alan bir film izlemiş olmaktan ziyade, filmden sonra zihnimdeki özgürlük anlayışıyla yabancılaşmıştım dolmuştakilere. Ne tuhaf ki değişmeyen şeylerden biri de bu his. Hep yabancıyım. Okuduğum kitabı anlatacağım çok arkadaşım olmadı. Bu yabancılık hissini anlatırken kendim özel biriymişim de diğer herkes sıradan insanlarmış gibi geçirmek istemiyorum size. Şehirdeki köylüyüm şeklinde alın siz. Hep bir benzerlik arayışı, eşleştirme hali. Okuyup beğendiğim kitabı acaba kimler okudu diye benden önce alan kişilerin kütüphane kayıt numaralarına bakardım. Aylar ya da yıllar önce aynı hikâyeyi okurken benzer şeyler hissettiklerini sanırdım, safça. Şimdi anlıyorum ki aynı şeye bakıp yüzlerce değişik şey görebilen bir tür insanoğlu. Karanlık sinema salonunun ışıkları yandığında, gözlerimiz kamaşmış halde kaçamak bakışlarla birbirimize baktığımız ender zamanlar hariç olabilir mi? İzlediğimiz filmin bizde oluşturduğu o yoğunluğu, diğerlerinde de oluşturup oluşturmadığına yönelik duyduğumuz acemi merak anları? Konserde gözyaşlarıyla eşlik ettiğimiz bir şarkıya eşlik eden başka bir çift yaşlı gözle karşılaşma anları? Sanırım ne dediğimi anladınız. Sanırım. Emin değilim. Emin olduğum tek şey bizi birbirimize yabancı kılan şey düşünceler, yaklaştıransa derinlerdeki o duygular. Yaşamımın orta yerinde, buluştuğumuzda bana şiir okuyan garip mahlûklarla tanışabildim. Yanlarında kendimi daha az yabancı hissettiğim insanlar. Eh, geriye Yıldırım mahallesine giden bir dolmuş dolusu insan kaldı, onları da buradan tavlamayı düşünüyorum bu ne olacağı hiiiç belli olmayan dünyada…