Sokrates’e katılmamak mümkün değil! “Bildiğim tek bir şey var o da hiçbir şey bilmediğim.” Demiş. Dikkatinizi çekerim, Sokrates! Biz maşallah her şeyi biliyoruz, bilmediğimiz hiçbir şey yok. Siyasetten ekonomiye, spordan sanata. İki kelime bilince kendimizi o konuya hakim sanma hastalağı. İnanmak istediğimiz sürece bize sunulan bilgiyi sorgulamak aklımızın köşesinden geçse de ruhumuz onu o köşeden atıveriyor.
Siz demiyorum, biz diyorum. Hele ben. Biraz da mesleğim gereği gün geçmiyor ki bildiğimi sandığım bir konu ile ilgili biraz derinleşince altından gömü çıkmasın. Aslında hamasetten uzak ders anlatıyor olsam da müfredattaki bilgilerin büyük kısmı devletin “iyi vatandaş” yetiştirme amacına uygun dizayn edildiği için, e “iyi vatandaş” tanımı da değişen iktidarlarla birlikte değiştiğinden buna uygun dizayn edildiği için bazı bilgileri başka kaynaklardan da okumak epey faydalı olabiliyor. Kendine bağlı ve “iyi vatandaş” yetiştirmek isteyen her devlet, kendini de tarihi olarak “iyi” göstermek zorundadır ki, vatandaşı sadece bu ülkede doğduğu için değil, hep burada kalmak isteyerek manevi bağlarla da kendisine bağlasın. Eklemeliyim ki gerçekte de tarihimiz bolca gerçek kahramanlar ve bunların yazdığı destansı hikayelerle dolu olduğundan devletin işi epey kolaylaşıyor.
Geçen gün, öğrencilerde biraz “merak uyandırmaya” çalıştığım bir görevlendirme neticesinde on küsur yıldır tekrar ettiğim bir bilgiyi doğrulamak zorunda kaldım. Merak duygusu, kaybetmek istemediğim bir duygu. Rodos’un Fethi, bizim Kanuni döneminde deniz fetihleri konusunda anlattığımız bir fetih hareketi. Biz, her fethin nedeni/ nedenlerini öğrencilere sıralarken bunların stratejik önemini, siyasal gerekliliğini filan maddeler halinde sıralar sonra da bakın gayet de gerekli bir durummuş sonucunu çıkarmalarını bekleriz. Neden? Çünkü BİZ!
Halbuki her savaşın altından başka hikayeler süzülür ve insana dair çarpıcı gerçeklerle karşılaşabiliriz. Misal İstanbul’un Fethinde, Mehmed’in “Fatih” olma isteğinin arkasında belki kendini bir türlü kabul ettiremediği babasına bir şeyler kanıtlama çabası fethin nedenleri arasında sayılmaz. Bir sonraki seçimlerde prim yapmak isteyen partilerin ülkeleri ne maceralara sürüklediği pek dillendirilmez. Yapılan her şey “elzemdir, gereklidir.” Rodos kuşatmasını yöneten amiral Kurdoğlu Muslihiddin adında bir korsan. Korsan deyince bir garip gelse de o dönem denizlerde büyük sayıda gemileri olan bu komutanlar çeşitli devletlerin hizmetinde kaptan olarak da görev alıyorlar. Hakeza Barbarossa ( Kızıl Sakal) da bunlar arasında en bildiklerimizden. Kurdoğlu, daha Yavuz döneminde padişahı bu adanın fethine ikna etmek için epey uğraşıyor. Yavuz, Arap yarım adasındaki fetihleri öncelediğinden sabırla bekliyor, tam ada için fetih hazırlıkları başlamışken padişah ölünce bu sefer Kanuni’yi ikna etmek için uğraşıyor. Neden? Kurdoğlu, babasının filosunun başına geçtiği vakit yapılan kutlamalara gelmekte olan ağabeyleri ve sevgilisi Rodos Şövalyeleri tarafından kaçırılır. O günden itibaren intikam ateşiyle yanan bu korsan, Akdeniz’deki tüm yağmalama faaliyetlerini bu eksen üzerinde sürdürür. Emrindeki gemiler 20 ila 50 gemi arasında değişen bir güçtedir, hatta bir ara Papa’yı kaçırmayı bile düşünse de sonra bundan vazgeçer.
Evet, aslında tam da derste anlattığım gibi Rodos, Anadolu’nun güvenliği için “stratejik ve tehditkar” bir noktadadır ama hikayenin içinde başka bir hikaye var sevgili okur. Bir korsanın aşk ve intikam hikayesi…Fetih gerçekleşir, adadaki beş bin esir hürriyetine kavuşur. Mutlu son. Bizim için mutlu son olan sonların karşı taraf için her zaman mutsuz son olduğunu da anlayabiliyor muyuz? Hah, o kadar yüksekten bakalım bence. İlave bilgi olarak Bodrum’un da bu fetihten sonra alındığı aktarıyor. Ben de bu bilgiyi nereye koyacağımı şaşırdım hakikaten. Çünkü o dönemde teee Mısır’ı bile almış bir imparatorluğun Anadolu’da bir kıyı kasabasını o güne kadar ellememiş olması da başka bir hikayenin konusudur. Ve merak, bu bilgiyi doğrulayan ya da yanlışlığını ispat eden çok değerli bir güdüdür. Şüpheleniyorum, öyleyse varım